Ancak, sorun yalnızca amino asit ve proteinlerle de sınırlı değildir; bunlar sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak, canlı hücresinin olağanüstü kompleks yapısı evrim açısından büyük bir problem oluşturur. Çünkü hücre, amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değil, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en kompleks sistemlerden biridir.
Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama çabasındaki evrim teorisi, hücredeki en temel moleküllerin varlığına bile tutarlı bir açıklama getirememişken, genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, teori için yepyeni problemler doğurdu. 1953 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları, DNA'nın hayranlık verecek derecedeki kompleks yapısını ve yaratılışını gün ışığına çıkardı.
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre
sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel
molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı
verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile
ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin
diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın
yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt
rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100
milyar sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon
bağlantının, 97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon
hücrenin planı tek bir hücrenin
DNA'sında mevcuttur. Eğer DNA'daki bu genetik bilgiyi kağıda dökmeye
kalksak, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan çekirdeğinde saklı bulunan DNA'nın genlerinde şifrelenmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama
hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda
yaklaşık 30 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan
milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin
kesinlikle imkansız olduğu görülür. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir. (Frank B. Salisbury, "Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution", American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336.)
41000'de 1, "küçük bir logaritma
hesabı" sonucunda, 10600'de 1 anlamına gelir. Bu sayı 10'un yanına 600
sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10'un yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu
ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın gerçekten de kavranması mümkün değildir.
Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA'yı oluşturmalarının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.( Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118.)
Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır. (Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88.)
Evrimci biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA'nın meydana gelmesi hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır" (Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39.)
Bu noktada çok ilginç bir paradoks daha vardır: DNA, yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine
bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de
aynı anda var olmaları gerekir. Bilim yazarı John Horgan bu ikilemi
şöyle açıklar:
DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz. (John Horgan, "In the Beginning", Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119.)
Bu durum, canlılığın rastlantılarla oluşması senaryosunu bir kez daha çökertmektedir. Amerikalı kimyacı Prof. Homer Jacobson, bu konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez. (Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life", American Scientist, Ocak 1955, s. 121.)
Prof. Jacobson bu ifadeleri, James
Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından
iki yıl sonra yazmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun
evrimciler için hala çözümsüz olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Alman
biyokimyacı Douglas R. Hofstadter şöyle demektedir:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor. (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548.)
San Diego California
Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı
olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel ise, 1994 tarihli bir makalesinde aynı gerçek karşısında şöyle demektedir:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78.)
Tüm bunların yanı sıra, değil belli bir enformasyon
serisine sahip DNA, RNA gibi nükleik asitlerin rastlantılar sonucu
ortaya çıkması, bunları oluşturan nükleotidlerden tek birinin
dahi tesadüfler sonucu oluşması ve ilkel dünya koşullarında varlığını
ve saflığını koruması kimyasal olarak mümkün değildir. Evrimci çizgide
yayın yapan ünlü bilim dergisi Scientific American'da yer alan şu
satırlar evrimcilerin bu konudaki itiraflarını dile getirir:
Muhtemel ilkel dünya koşullarının taklit edildiği gerçekçi deneylerde, en basit moleküller dahi yalnızca az miktarlarda üretilmiştir. Daha da kötü olan, bu moleküller genelde organik moleküllerin ikinci dereceden yapı taşlarıdır. Normal etkileri gitgide daha karmakarışık organik karışımları oluşturmak olan jeokimyasal reaksiyonlar sonucunda nasıl olup da ayrışabildikleri ve saflaşabildikleri hala bir problem olarak durmaktadır. Biraz daha kompleks moleküller için bu zorluk hızla artar. Özellikle nükleotidlerin bütünüyle jeokimyasal olan kökeni büyük güçlükler arz eder. (Cairns-Smith, Alexander G. 1985, "The First Organisms", Scientific American 252: 90, June)
Evrimcilerin yüzyılın başlarından bu yana sözünü ettikleri "kimyasal evrim" asla yaşanmamış bir masaldan başka bir şey değildir. Ama çoğu evrimci, bu ve benzeri bilim dışı masallara mutlak birer
gerçek gibi inanmaktadır. Çünkü canlıların yaratılmış olduğunu kabul
etmek, tüm canlılara hakim olan Yüce Allah'ın varlığını kabul etmek
anlamına gelir. Onlar ise kendilerini bu gerçeği kabul etmemek için
şartlandırmışlardır. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis adlı
kitabında bu ilginç durumu şöyle anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da 1000 ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eş değerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder! (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 351.)
http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=369:dna-molekulunun-kokeni&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder