Bu nedenle, evrimciler bu konuyla ilgili uzun bir süreden beri sessizleşmiştir.
Ancak, 1990'lı yıllarda deniz
memelilerinin kökeni hakkında yeni evrimci senaryolar ortaya çıktı. Bu
senaryolar, 1980'lerde bulunan Pakicetus ve Ambulocetus gibi bazı yeni
fosil bulguları üzerine kuruldu. Dört ayaklı ve kara canlısı oldukları
açıkça belli olan bu soyu tükenmiş memelilerin balinaların atası olduğu
iddia edildi ve böylece birçok evrimci kaynak onları "yürüyen balinalar"
olarak adlandırmakta tereddüt etmedi. (Gerçekte bu canlının tam adı,
"yürüyen ve yüzen balina" anlamına gelen Ambulocetus natans'dır)
National Geographic dergisi ise Kasım 2001 sayısında "Balinaların
Evrimi" senaryosunu gündeme getirdi. Senaryo, bilimsel delillerin değil
evrimci ön yargıların üzerine kurulmuştu.
Yürüyen Balina Masalı
Uzun ismi Pakicetus inachus olan bu soyu
tükenmiş memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme geldi.
Fosili bulan P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını
bulmuş olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun bir "ilkel balina"
olduğunu iddia ettiler.
Oysa fosilin "balina" olmakla
yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara
benzeyen dört ayaklı bir yapıydı. Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir
cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz, kaplumbağa veya timsah gibi
kara canlılarının da fosillerini barındıran bir bölgeydi; yani bir deniz
yatağı değil, kara parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan
bu fosil, neden "ilkel balina" olarak ilan edilmiştir? Sadece
dişlerindeki ve kulak kemiklerindeki bazı ayrıntılar nedeniyle! Oysa bu
özellikler Pakicetus ile balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt
olamaz. Canlılar arasında anatomik benzerliklerinden yola çıkılarak
kurulmak istenen bu gibi teorik ilişkilerin çoğunun son derece çürük
olduğunu evrimciler de kabul etmektedirler. Eğer Avustralya'da yaşayan
gagalı bir memeli olan Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar
olsalardı, evrimciler aynı mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak)
bunları da birbirlerinin akrabası ilan edeceklerdi. Oysa platypus bir
memeli, ördek ise bir kuştur ve aralarında evrim teorisine göre de bir
akrabalık kurulamaz.
Evrimcilerin "yürüyen balina" ilan
ettiği Pakicetus da farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran
özgün bir cinstir. Nitekim omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden
Carroll, Pakicetus'un da dahil edilmesi gereken mesonychid ailesinin
"garip karakterlerden oluşan bir kombinasyon gösterdiğini"
belirtmektedir. Bu tip "mozaik canlı"ların evrimsel bir ara form
sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul
etmektedirler.
Yaratılış gerçeğini savunan yazar Ashby
L. Camp, "The Overselling of Whale Evolution" (Balina Evriminin Abartılı
Propagandası) başlıklı makalesinde, Pakicetus gibi kara memelilerinin
de dahil olduğu mesonychidler sınıfının, Archaeocetealar'ın, yani soyu
tükenmiş balinaların atası olduğu yönündeki iddianın çürüklüğünü şöyle
açıklar:
Evrimcilerin
mesonychidlerin, Archaeocetealar'a dönüştüğü konusunda kendilerinden
emin davranmalarının nedeni, gerçek soy bağlantısında yer alan bir tür
tanımlayamamalarına rağmen, bilinen mesonychidler ve Archaeocetealar
arasında bazı benzerlikler olmasıdır. Ancak bu benzerlikler, özellikle
de (iki grup arasındaki) büyük farklılıklar ışığında, bir ata ilişkisi
iddia etmek için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların oldukça
subjektif olan doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta
sürüngen grubunun balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından
bellidir.
Ambulocetus natans: Pençelerine Perde Geçirilen Sahte Balina
Hayali balina evrimi şemasında
Pakicetus'tan sonra gelen ikinci fosil canlı, Ambulocetus natans'tır.
İlk kez 1994 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle
duyurulan bu fosil de, evrimciler tarafından zorlama yöntemiyle
"balinalaştırılmak" istenen bir kara canlısıdır.
Ambulocetus natans terimi, Latince
ambulate (yürümek), cetus (balina) ve natans (yüzmek) kelimelerinin
birleşmesiyle oluşturulmuştur ve "yürüyen ve yüzen balina" anlamına
gelir. Canlının yürüdüğü aşikardır, çünkü tüm diğer kara memelileri gibi
onun da dört ayağı, hatta bu ayaklara bağlı geniş pençeleri ve arka
pençelerinin ucunda toynakları vardır. Ancak canlının bir taraftan da
suda yüzdüğü, daha doğrusu yaşamını hem karada hem de suda (amfibi
şekilde) sürdürdüğü iddiasının, evrimcilerin ön yargıları dışında,
hiçbir dayanağı yoktur.
Bu konuda bilimle hayal gücü arasındaki
sınırı görmek için, evrim teorisinin en önde gelen savunucularından biri
olan ve Kasım 2001 sayısını "Balinaların Evrimi" propagandasına ayıran
National Geographic'in Ambulocetus rekonstrüksiyonuna bir göz atalım.
Dergide yayınlanan Ambulocetus çizimi şöyle:
Çizime dikkat ederseniz, bir kara canlısı olan Ambulocetus'u "balinalaştırmak" için yapılmış iki küçük hileyi kolaylıkla fark edebilirsiniz:
• Hayvanın arka bacakları, yürümeye yarayan ayaklar olarak değil de, yüzmeye yarayan yüzgeçler gibi tasvir edilmiş. Oysa gerçekte canlının bacak kemiklerini inceleyen Carroll, bu canlının "kara üzerinde güçlü bir hareket yeteneğine sahip olduğunu" belirtir.• Hayvanın ön ayaklarına "palet" görüntüsü verebilmek için perdeler çizilmiştir. Oysa eldeki Ambulocetus fosillerinden böyle bir sonuca varmak mümkün değildir. Gerçekte fosil kayıtlarında, bu gibi yumuşak dokular hemen hiçbir zaman görünmezler. Dolayısıyla canlının iskeleti dışında kalan özellikleri üzerinde yapılan rekonstrüksiyonlar hep spekülatiftir. Bu da evrimcilere geniş bir propaganda malzemesi sunar.Ambulocetus'un üstteki çizimi üzerinde yapılana benzer evrimci rötüşlarla, her canlıyı, istenen bir başka canlıya benzer gibi göstermek mümkündür. İsterseniz bir maymun iskeletini de, bacaklarını arkaya doğru çizip "yüzgeç" gibi göstermek ve parmakları arasında perdeler çizmek suretiyle, "balinaların atası olan primat" diye sunabilirsiniz.
National Geographic, canlının
iskeletinin resmini yayınlarken, ister istemez rekonstrüksiyon resimde
yaptığı "balinalaştırıcı" rötüşlardan geri adım atmak zorunda kalmış.
Canlının ayak kemikleri, iskeletin açıkça gösterdiği gibi, onu kara
üzerinde taşıyacak yapıda. Ayaklarında ise hayali "perde"lerden iz yok.
Yürüyen Balina Masalının Geçersizliği
Gerçekte ne Pakicetus'un ne de
Ambulocetus'un balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir
kanıt yoktur. Bunlar sadece, teorilerine göre deniz memelileri için
karada yaşayan bir ata bulmak zorunda olan evrimcilerin, bazı sınırlı
benzerliklerden yola çıkarak belirledikleri "ata adayları"dır. Bu
canlıların, kendileriyle çok yakın bir jeolojik devirde fosil
kayıtlarında ortaya çıkan deniz memelileri ile ilişkileri bulunduğunu
gösteren hiçbir kanıt yoktur.
Evrim şemasında Pakicetus ve
Ambulocetus'un ardından söz konusu deniz memelilerine geçilmekte ve
Procetus, Rodhocetus gibi Archaeocetea (soyu tükenmiş balina) türleri
sıralanmaktadır. Söz konusu canlılar gerçekten de suda yaşayan soyu
tükenmiş memelilerdir. (Az ileride bunlara da değineceğiz.) Ancak
Pakicetus ve Ambulocetus ile bu deniz memelileri arasında çok büyük
anatomik farklılıklar vardır. Canlıların fosilleri incelendiğinde,
birbirlerine bağlanan "ara form"lar olmadıkları açıkça görülür:
• Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus'ta omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda ise, omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz. Nitekim Ambulocetus'tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında ise hiçbir "ara form" yoktur.
• Basilosaurus'un ve kaşalotun omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır. Evrimciler bunların "körelmiş bacaklar" olduğu iddiasındadır. Oysa söz konusu kemikler Basilosaurus'ta "çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta", kaşalotta ise "üreme organlarına destek olmakta"dır. Zaten oldukça önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun "körelmiş organı" olarak tanımlamak, evrimci ön yargıdan başka bir şey değildir.
Sonuçta, deniz memelilerinin, kara
memelileri ile aralarında bir "ara form" olmadan, özgün yapılarıyla
ortaya çıktıkları gerçeği değişmemiştir. Ortada bir evrim zinciri
yoktur. Robert Carroll, bu gerçeği istemeden ve evrimci bir dille de
olsa, şöyle kabul eder: "Doğrudan balinalara uzanan bir mesonychid
çizgisi tanımlamak mümkün değildir." Balinalar konusunda ünlü bir uzman
olan Rus bilim adamı G. A. Mchedlidze de, bir evrimci olmasına karşın,
Pakicetus, Ambulocetus natans ve benzeri dört ayaklı "balina atası
adayları"nın bu şekilde tanımlanmasına katılmamakta ve onları tamamen
izole bir grup olarak tarif etmektedir.
Kulak ve Burun Evrimi Hikayeleri
Kara memelileri ile deniz memelileri
arasında öne sürülecek bir evrim senaryosunun, bu canlı grupları
arasındaki farklı kulak ve burun yapılarına açıklama getirmesi gerekir.
Önce kulak yapısını ele alalım. Kara memelileri, biz insanlar gibi, dış
dünyadaki sesleri kulak kepçeleri ile toplar, orta kulaktaki kemiklerle
güçlendirir ve iç kulakta sinyallere çevirirler. Deniz memelilerinin ise
kulakları yoktur. Sesleri alt çenelerindeki özel titreşim algılayıcı
duyargalarla duyarlar. Bu iki yapı arasında kademeli bir evrim mümkün
değildir. Kendi içinde mükemmel bir duyma sisteminden, tamamen farklı
bir yapıya sahip bir başka sisteme kademeli evrimle geçilmesi mümkün
değildir. Çünkü ara aşamalar verimli olmayacaktır. Yavaş yavaş
kulaklarıyla duyma yeteneğini yitiren, çenesiyle duyma yeteneği ise
henüz gelişmemiş bir canlı avantajlı değildir.
Kaldı ki, söz konusu "gelişme"nin nasıl
sağlanabileceği sorusu da evrim teorisini çıkmaza sürüklemektedir.
Evrimcilerin öne sürdükleri mekanizma mutasyonlardır ve canlılara
genetik bilgi ekledikleri hiçbir zaman görülmemiş olan mutasyonlar
sonucunda, deniz memelilerinin son derece kompleks algı sistemlerine
sahip olduklarını ileri sürmek, akla aykırıdır.
Nitekim fosiller ortada hiçbir evrim
olmadığını göstermektedir. Pakicetus ve Ambulocetus'un kulak sistemi,
karasal memelilerinki ile aynıdır. Sözde "evrim şeması"nda bu iki kara
memelisinin ardından gelen Basilosaurus ise tipik bir balina kulağına
sahiptir. Yani dış kulak kepçesiyle değil, çenesine gelen titreşimlerle
etrafındaki sesleri algılayan bir canlıdır. Ve Pakicetus ve
Ambulocetus'un kulak yapısı ile, Basilosaurus'un kulak yapısı arasında
hiçbir "geçiş formu" yoktur.
Benzer bir durum "kayan burun" hikayesi
için de geçerlidir. Evrimci kaynaklar, Pakicetus, Rodhocetus ve günümüz
gri balinasına ait üç kafatası iskeletini alt alta dizmekte ve bunların
bir "evrim süreci" oluşturduklarını ileri sürmektedir. Oysa üç fosilin,
özellikle de Rodhocetus ve günümüz balinasının burun yapıları, aynı
serinin ara formları olarak kabul edilemeyecek kadar farklıdır.
Dahası nefes deliklerinin burundan
enseye doğru "yürümesi", söz konusu canlıların anatomisinde çok ciddi
bir "yeniden dizayn" gerektirir ki, bunun rastgele mutasyonlar yoluyla
sağlandığına inanmak, hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
Deniz Memelilerinin Kendi İçindeki Evrimi Senaryosunun Açmazları
Bu noktaya kadar, deniz memelilerinin
kara canlılarından evrimleştiği yönündeki evrimci senaryonun
geçersizliğini inceledik. Bilimsel bulgular, evrimcilerin bu senaryonun
başlangıcına yerleştirdiği iki kara memelisi (Pakicetus ve Ambulocetus)
ile deniz memelileri arasında hiçbir bağ bulunmadığını göstermektedir.
Peki senaryonun geri kalan kısmı?
Bu konuda da evrim teorisi yine
açmazdadır. Teori, bilimsel sınıflamada Archaeocetea (arkaik, yani eski
balinalar) olarak bilinen soyu tükenmiş özgün deniz memelileri ile
yaşayan balina ve yunuslar arasında bir akrabalık ilişkisi kurma
çabasındadır. Oysa gerçekte konunun uzmanları farklı düşünmektedirler.
Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle yazar:
Bu
Archaeocetealar'ın kıvrak formdaki vücutları ve kendilerine özgü testere
dişleri, bunların muhtemelen herhangi bir günümüz balinasının atası
olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki
evrimci senaryo, moleküler biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz
içindedir. Klasik evrimci senaryo, balinaların iki büyük grubunun, yani
dişli balinaların (Odontoceti) ve balenli balinaların (Mysticeti) ortak
bir atadan evrimleştiğini varsayar. Ama Brüksel Üniversitesi'nden Michel
Milinkovitch yeni bir teoriyle bu görüşe karşı çıkmış, anatomik
benzerliğe göre kurulan söz konusu varsayımın moleküler bulgular
tarafından çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanlar'ın
(balinaların) büyük grupları arasındaki evrimsel ilişkiler, morfolojik
ve moleküler analizlerin çok farklı sonuçlara varması nedeniyle, daha da
problemlidir. Morfolojik ve davranışsal bulgu bütünlerine bakılarak
yapılan geleneksel yorumlama, ekolokasyona sahip dişli balinaların
(yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle beslenen balen balinaların (10
tür) iki ayrı monofilotik (kendi içinde tek kökenden gelen) grup
olduğunu varsayar… Öte yandan, DNA üzerinde yapılan filogenetik
(evrimsel akrabalık) anazlileri… ve amino asit karşılaştırmaları… uzun
zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla çelişmektedir. Dişli
balinaların bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik yönden
kendilerinden oldukça uzak olan balen balinalarına diğer odontocetlerden
(dişli balinalardan) daha yakın gözükmektedirler.
Kısacası, deniz memelileri, yerleştirilmek istendiği hayali evrim şemalarının her birine isyan etmektedirler.
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki
evrimci propagandada bir kez daha ortaya çıktığı gibi, ortada gerçek
kanıtlara dayanan bir evrim süreci değil, evrim teorisine göre bir
şemaya yerleştirilmeye çalışılan, ama bir türlü bu şemaya uygun gelmeyen
kanıtlar vardır.
Kanıtların ön yargısız incelenmesiyle
ortaya çıkan sonuç ise, tarihteki farklı canlı gruplarının,
birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ortaya çıktıklarıdır. Bu da, tüm
canlıların yaratılmış oldukları gerçeğinin bilimsel bir kanıtıdır.
Memeliler evrim basamaklarının en üst
kısmında yer alan canlılar olarak kabul edilirler. Durum bu iken,
öncelikle bu canlıların neden deniz ortamına geçtiklerinin açıklanması
çok güçtür. Bir sonraki soru ise, bu canlıların deniz ortamına nasıl
olup da balıklardan bile daha iyi adapte olduklarıdır. Çünkü katil
balinalar, yunuslar gibi memeli ve dolayısıyla akciğerli canlılar, suda
solunum yapan balıklardan bile daha mükemmel bir şekilde yaşadıkları
ortama uyum göstermektedirler.
Deniz memelilerinin hayali evriminin
mutasyon ve doğal seleksiyon aracılığıyla açıklanamayacağı son derece
açıktır. GEO dergisinde yayınlanan bir makale, deniz memelilerinden mavi
balinanın kökeninden söz ederken, Darwinizm'in bu konudaki
çaresizliğini şöyle ifade eder:
Mavi balinalar gibi,
denizde yaşayan diğer memeli hayvanların da vücut yapıları ve organları
balıklarınkine benzer. Bunların iskeletleri de balıklarınkiyle
benzerlik gösterir. Balinalarda bacaklar diyebileceğimiz arka uzuvlar
tersine gelişme göstererek güdük kalmıştır. Ancak bu hayvanların şekil
değişiklikleri hakkında elde en ufak bir bilgi bile mevcut değildir.
Denize geri dönüşün Darwinizm'in iddia ettiği gibi uzun süreli yavaş bir
geçişle değil, anlık sıçramalar halinde olduğunu kabul etmek
zorundayız. Paleontologlar günümüzde balinanın hangi memeli hayvan
türünden geldiği konusunda yeterli bilgiye sahip değildir.
Karada yaşayan küçük bir memeli
hayvanın, evrim süreci sonucunda nasıl olup da 30 metre boyunda 60 ton
ağırlığında bir balinaya dönüştüğünü düşünmek gerçekten de çok zordur.
Darwinistlerin bu konuda yapabildikleri tek şey, National Geographic
dergisinde yayınlanan aşağıdaki anlatımda olduğu gibi, hayal güçlerini
zorlayarak senaryo üretmektir:
Balinanın doğuşu, bundan 60 milyon yıl
önce, dört ayaklı, kıllı memelilerin yiyecek aramak için denize
girmeleriyle başladı. Çağlar geçtikçe, yavaş yavaş değişiklikler oluştu.
Arka ayaklar kayboldu, ön ayaklar yüzgeçlere dönüştü, kıllar yok olarak
kalın, yumuşak, silgimsi balina derisine yol açtı, burun delikleri
başın tepesine hareket etti, kuyruk genişleyerek balinanın fırçamsı
kuyruğuna dönüştü ve beden, suyun içinde giderek büyüyüp devleşti.
Üstte anlatılan kademeli evrim
senaryoları, bu senaryoyu yazanlar dahil, hiç kimseyi tatmin
etmemektedir. Biz yine de bu kurgunun detaylarına inelim ve ne denli
gerçek dışı olduğunu aşama aşama inceleyelim.
Deniz Memelilerinin Özgün Yapıları
Evrimcilerin deniz memelileri ile ilgili
evrim senaryolarının ne kadar imkansız olduğunu gösteren diğer bazı
kanıtlar da, bu canlıların son derece özgün yapılarıdır. Solunum için
akciğerlerini kullanan memeli bir canlının deniz ortamında geçirmesi
gereken adaptasyonlar dikkate alındığında, böyle bir geçiş için
"imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığı görülür. Böyle bir geçişte
evrim süreci içinde ara basamaklardan herhangi bir tanesinin bile
eksikliği, canlının yaşamasına izin vermeyecek ve evrim sürecini
durduracaktır.
Deniz memelilerinin su ortamına geçerken sahip olmaları gereken adaptasyonlar şöyle sıralanabilir:
1- Suyun Korunumu: Deniz memelileri su ortamında yaşamalarına rağmen, su ihtiyaçlarını, balıklar gibi, yani tuzlu sudan faydalanarak gideremezler. Yaşamak için tatlı suya ihtiyaçları vardır. Deniz memelilerinin su kaynakları pek iyi bilinmemesine rağmen, su ihtiyaçlarının büyük kısmını, okyanustaki tuz oranının üçte biri kadar tuz içeren canlıları yiyerek sağladıkları düşünülmektedir. Bu kadar kıt su kaynaklarına sahip deniz memelileri için, suyun azami derecede korunması ve tasarruf edilmesi son derece önemlidir. İşte bu nedenle deniz memelileri, develerde görülen su koruması mekanizmalarına sahiptir. Aynı develer gibi deniz memelileri de terlemez. Böbrekler, üreyi insanlardan çok daha iyi bir şekilde konsantre ederek onlara su kazandırır. Böylece su kaybı en aza indirilmiş olur. Sudan tasarruf en küçük detaylarda bile kendini gösterir. Örneğin anne balina yavrusunu peynir kıvamındaki çok yoğun bir sütle besler. Bu süt insan sütünden on kez daha yağlıdır. Sütün bu derece yağlı olmasının birtakım kimyasal sebepleri vardır. Yağ, yavru tarafından vücuda alındıktan sonra işlenirken yan ürün olarak su açığa çıkar. Böylece anne, en az su kaybıyla yavrusunun su ihtiyacını gidermiş olur.2- Görme ve Haberleşme: Yunusların ve balinaların gözleri farklı görmelere imkan verecek şekildedir. Suyun altında ve üzerinde aynı mükemmellikte görebilirler. (Oysa başta insan olmak üzere çoğu canlı, ışığın kırılmasındaki farklılıklar nedeniyle, kendi doğal ortamının dışında iyi göremez.) Bir yunus, suyun 6 metre kadar üstüne zıplayabilir ve kendisi için havada tutulmakta olan bir yiyeceği çok büyük bir hassaslıkla alabilir.Deniz memelilerinin gözü ile kara canlılarının gözü arasındaki farklar şaşırtıcı derecede detaylıdır. Karada gözü bekleyen tehlikeler, fiziksel darbeler ve tozdur. Bu nedenle kara hayvanlarının göz kapakları vardır. Su ortamında ise en büyük tehlikeler tuz oranı, derinlere dalarken meydana gelen basınç ve deniz akıntılarının oluşturduğu hasarlardır. Akıntılarla doğrudan temas olmaması için gözler kafanın yan tarafındadır. Ayrıca derin dalışlarda gözü basınca karşı koruyan sert bir tabaka vardır. 9 metre derinlikten sonra denizin dibi karanlık olduğu için, su memelilerinin gözü, karanlık ortamlara uyum sağlayabilen birçok özellikle donatılmıştır. Lens mükemmel bir daire biçimindedir. Işığa hassas olan çubuk hücreleri, renklere ve detaylara duyarlı olan koni hücrelerinden daha fazladır. Dahası, gözlerde özel bir fosforlu tabaka vardır. Bu sebeple deniz memelilerinin karanlık ortamlardaki görüşleri kuvvetlidir.
Yine de deniz memelilerinin birincil
algıları görme değildir. Kara memelilerinin aksine, onlar için duyma çok
daha önemlidir. Görme ışık gerektirir, ama duyma için böyle bir ihtiyaç
yoktur. Birçok balina ve yunus, deniz dibindeki karanlık bölgelerde bir
tür doğal "sonar" sayesinde avlanır. Özellikle dişli balinalar ses
dalgaları aracılığıyla "görebilir". Ses dalgaları, aynı görmede olduğu
gibi, odaklanır ve bir noktaya gönderilir. Geriye dönen dalgalar,
hayvanın beyninde analiz edilir ve yorumlanır. Bu yorum, hayvana
karşısındaki cismin biçimini, büyüklüğünü, hızını ve konumunu açıkça
belli eder. Bu canlılardaki sonik sistem inanılmaz derecede hassastır.
Örneğin bir yunus suya atlayan bir kişinin "içini" de algılayabilir. Ses
dalgaları yön bulmanın yanı sıra haberleşme için de kullanılır.
Birbirinden yüzlerce kilometre uzaktaki iki balina ses kullanarak
anlaşabilir.
Bu hayvanların haberleşmek ve yön bulmak
için çıkarttıkları sesi nasıl ürettikleri sorusu hala büyük oranda
cevapsızdır. Ancak bilinenler arasında, yunusun vücudundaki çok
şaşırtıcı bir ayrıntı dikkat çeker: Hayvanın kafatası yapısı, beyni bile
tahrip edecek kadar sürekli ve şiddetli bir biçimde yaydığı ses
bombardımanından korunmak için ses yalıtımlıdır.
Şimdi tüm bunların üzerinde düşünelim.
Deniz memelilerinin sahip oldukları tüm bu şaşırtıcı özellikler, evrim
teorisinin yegane iki mekanizması, yani mutasyon ve doğal seleksiyon
kanalıyla oluşmuş olabilirler mi? Hangi mutasyon bir yunusun bedenine
sonar sistemi yerleştirebilir ve sonra da hayvanın beynini sonardan
korumak için kafatasını ses yalıtımlı hale getirebilir? Hangi mutasyon,
bu canlılara karanlık sularda görmelerini sağlayacak göz yapıları
kazandırabilir? Hangi mutasyon, eskiden karada yaşadıkları öne sürülen
bu hayvanların "suya geçiş"lerini sağlayabilir? Hangi mutasyon, bu
hayvanların bedenlerine suyu en ekonomik şekilde kullanmalarını
sağlayacak hassas mekanizmaları yerleştirebilir?
Bunlar gibi yüzlerce soru çoğaltmak
mümkündür. Ve evrimin bunların hiçbirine verebilecek bir cevabı yoktur.
Balıkların sularda "tesadüfen" oluştuklarını, sonra yine tesadüfler
yardımıyla karaya çıkıp sürüngen ve memelilere evrimleştiklerini, sonra
da bu memelilerin yeniden suya dönerek suda yaşam için gerekli olan
özellikleri yine tesadüfen kazandıklarını öne süren, tüm bu fantastik
hikayeyi yazan evrim teorisi, bu aşamaların hangisini kanıtlayabilir?
Cevap her seferinde olumsuzdur. Evrim teorisi bu aşamaların
gerçekleştiğini ispatlamak bir yana, bunların gerçekleşmeleri için en
küçük bir ihtimalin var olduğunu bile ispatlayamamaktadır.
Sonuç
Buraya dek incelediğimiz tüm bulgular
göstermektedir ki, canlı türleri yeryüzünde her zaman için arkalarında
hiçbir evrimsel süreç olmadan, aniden ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır. Bu durum, evrimci biyolog Douglas Futuyma'nın "canlılar
eğer dünya üzerinde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa,
o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir" derken
kabul ettiği gibi,172 canlıların yaratılmış olduklarının çok somut bir
ispatıdır.
Evrimciler ise, canlı türlerinin
yeryüzünde belirli bir sıra ile ortaya çıkmış olmalarını, evrimleşmiş
olduklarının göstergesi gibi yorumlamaya çalışırlar. Oysa canlıların
yeryüzündeki ortaya çıkış sıralamaları, ortada hiçbir evrim olmadığına
göre, "yaratılışın sıralaması"dır. Fosiller, yeryüzünün, üstün ve
kusursuz bir yaratılışla, önce denizlerde sonra da karada yaşayan
canlılarla doldurulduğunu ve bütün bunların ardından da insanoğlunun var
edildiğini göstermektedir.
http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=991:deniz-memelilerinin-kokeni&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder