1 Ekim 2012 Pazartesi

Mavi Mezgit

mavi mezgit ve fosili

 Mavi Mezgit

Dönem: Senozoik zaman, Miosen dönemi
Yaş: 5 milyon yıl
Bölge: Marecchia Nehri Oluşumu, İtalya

San Francisco Üniversitesi'nden biyolog Dean Kenyon, evrim teorisinin iddialarının bilimsel olarak asla desteklenmediğini şöyle ifade etmektedir:


"Gelin çok yaygın bir yanlış anlaşılmayı günyüzüne kavuşturalım. Tek bir hayvan türünün bile bir başka hayvan türüne tam olarak dönüştüğü, laboratuvar ortamında da sahada da gözlenmemiştir." (Dean H. Kenyon, Brief of Appelants, Ekim 1985, s. A-16)
Kenyon'un da ifade ettiği gibi evrim senaryolarının gerçekleştiğini gösteren hiçbir somut bulgu yoktur. Resimdeki mavi mezgit fosili örneğinde olduğu gibi sayısız bilimsel bulgu, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını göstermektedir. Evrimcilerin bu bulguları görmezlikten gelmeye çalışmalarının bir manası yoktur. Gerçeklerden kaçmak, gerçekleri değiştirmeyecektir.
 http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1272:tang-baligi&catid=47:fosiller&Itemid=150

Karides

karides ve fosili


Karides

Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl  
Dönem: Solnhofen Oluşumu, Almanya

Eğer karideslerin, evrimcilerin iddia ettiği gibi hayali bir ilkel atası olsaydı bu hayali atanın nasıl bir varlık olduğunun izlerini fosil kayıtlarında görmemiz gerekirdi. Ancak fosil kayıtları böyle bir atanın yaşadığına dair en küçük bir kanıt bile ortaya koymamaktadır. Üstelik, karideslerin geçirdiği sözde evrimsel aşamaların da fosil kayıtlarında hiçbir izi yoktur. Yani, karidesi andıran ama günümüz karideslerin sahip oldukları özelliklerin henüz hepsini kazanmamış herhangi bir "karidesimsi" fosili hiç bulunmamıştır. Bulunan tüm fosillerde karidesler, yaşları ne olursa olsun, günümüzdeki karideslerin aynısıdır. Resimdeki 150 milyon yaşındaki karides de, bugün yaşayan karideslerin sahip oldukları tüm özelliklere eksiksiz sahiptir. Akıl ve mantık sahibi hiçbir insan, bu koşullar altında karideslerin "evriminden" bahsedemez. Diğer tüm canlılar gibi karidesler de evrim geçirmemişlerdir. Canlılık, kerem ve izzet sahibi olan Allah'ın eseridir.
 http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1272:tang-baligi&catid=47:fosiller&Itemid=150

Suyun Yüzey Gerilimi ve Yaşam

Allah, hayatın temel malzemelerinden biri olan suyu bir çok hayati önemi olan özellikle donatmıştır. Suyun, bitkilerle, hayvanlarla, insanla ve ekoloji ile olan ilgisi ve hayat kaynağı olması Allah'ın insanlara sunduğu büyük nimetlerdendir.Bitkilerin, pompası, kas sistemleri vs. olmadan, toprağın derinliklerindeki suyu metrelerce yukarı nasıl taşıdıklarını düşündünüz mü?Bu sorunun cevabı, yüzey gerilimidir. Bitkilerin köklerindeki ve damarlarındaki kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır.

 Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru "tırmanmasını" sağlar.Eğer suyun yüzey gerilimi zayıf olsaydı, bitkilerin karada yaşaması fizyolojik olarak imkansız olacaktı. Bu durumda diğer canlıların varlığından bahsetmek de elbette ki mümkün değildir.Kuvvetli yüzey geriliminin başka bir önemli etkisi ise, kayaların parçalanmasıdır. Su, yüksek yüzey gerilimi sayesinde, kayaların içinde bulunan küçük çatlakların en derinliklerine kadar sızar. Daha sonra havalar soğur ve sular donar. Donup buza dönüşen su, olağanüstü bir etki gösterip genişlediği için, kayaları zorlar ve zamanla parçalar. Bu olay, kayaların içindeki minerallerin doğaya kazandırılması ve aynı zamanda toprak oluşumu açısından hayati bir öneme sahiptir.

 Sudaki Kimyasal Mucize

Suyun yaşam için olağanüstü derecede önemli kimyasal özellikleri vardır. Bu ideal özelliklerin başında, suyun çok iyi bir çözücü olması gelir. Kimyasal maddelerin bir çoğu, suyun içinde uygun bir biçimde çözünürler.

Bunun yaşam için çok önemli bir etkisi, suda çözünen sayısız yararlı mineral ve benzeri kimyasalların, nehirler aracılığıyla denizlere aktarılmasıdır. Bu şekilde denizlere, yılda 5 milyar ton kimyasal madde taşındığı hesaplanmaktadır. Bu maddelerin akıtılması sudaki yaşam için zorunludur.

Su, neredeyse bilinen tüm kimyasal reaksiyonları hızlandırır (katalize eder). Suyun bir başka özelliği ise, kimyasal reaksiyonlara girme eğiliminin çok ideal düzeyde olmasıdır. Bunu diğer maddelerle karşılaştırarak görelim.

Su, ne sülfürik asit gibi aşırı derecede reaktif ve dolayısıyla parçalayıcı bir bileşim, ne de Argon gibi hiçbir reaksiyona girmeyen durgun bir maddedir. Amerikalı bilim adamı Prof. Michael Denton'ın bu konudaki görüşü şu şekildedir:

"Suyun reaksiyona girme düzeyi, hem biyolojik hem de jeolojik görevleri açısından olabilecek en uygun değerdedir".

Bilgilerimiz arttıkça, doğadaki dengelerin birbiri ile uyumunu Allah'ın ne kadar kusursuz yaratmış olduğuna daha iyi şahit oluyoruz.

 Suyun yüzey gerilimi, sıvıların içindeki moleküllerin çekim kuvvetinden kaynaklanır. Her sıvının yüzey gerilimi farklıdır. Suyun yüzey gerilimi bazı önemli biyolojik etkileri oluşturur. Bitkilerdeki etki, bunların başında gelir.

http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=231:suyun-yuzey-gerilimi-ve-yasam&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Dünyadaki Atmosferi Koruyucu Mikro Canlılar: Fitoplanktonlar

Ancak %70’i su olan Dünyamızda ormanların oranı %10’u bile bulmaz. Fakat yine de birçok in-sanın ormanların ihtiyacımız olan oksijenin tamamını karşıladığı yolunda ortak bir kanaatleri vardır. Oysa atmosferin temizlenmesinde ormanlardan daha etkin olan bir canlı grubu vardır. Gözle görülmeyen bu canlı grubu fitoplanktonlardır.

•Fitoplanktonların özellikleri nelerdir?

•Fitoplanktonlar hangi sebeplerden dolayı önemlidirler?

Deniz altındaki pek çok canlının temel besini bitkisel ve hayvansal olarak ikiye ayrılan planktonlardır. Planktonların varlığında bir azalma, balinalardan küçük deniz canlılarına kadar pek çok canlı için tehlike oluşturur. Bu mikroskobik canlıların önemi sadece bununla sınırlı değildir. Özellikle bitkisel planktonlar, dünya üzerindeki çeşitli dengelerin sağlanmasında önemli görevler üstlenmişlerdir.

Fitoplanktonlar bitkisel planktonlardır ve temel olarak deniz akıntılarıyla sürüklenen tek hücreli mikroskobik organizmalardan oluşurlar. Bu canlılar, genellikle okyanus yüzeylerinde yaşamakla birlikte, göl, gölet, nehir ve derelerde de bulunmaktadırlar. Boyutları 0,002-1 mm arasında değişen ve sahip oldukları klorofil nedeniyle yeşil renkli olan bu canlıların gözle görülebilmesi mümkün değildir. Kutup bölgelerine yakın soğuk sularda çoğalan fitoplanktonlar buradan tüm okyanuslara yayılarak Yüce Allah’ın kendilerine emrettiği çok önemli görevleri yerine getirirler.

Fitoplanktonlar Dünyanın Oksijen İhtiyacını Karşılar

Bütün canlıların hayatlarının devamı ve büyüyüp gelişmeleri için, enerjiye ihtiyaçları vardır. Bilindiği gibi canlıların enerji ihtiyacı güneşten karşılanır. Güneşten gelen enerji bitkilerin bünyesinde olan klorofil hücreleri sayesinde kimyasal enerjiye dönüşür ve bu sırada inorganik maddelerden organik maddeler oluşur. Diğer canlılar ise besin ve enerji ihtiyaçlarını bitkileri yiyerek karşılarlar. Bitkilerin gerçekleştirdiği bu olay, fotosentez olarak adlandırılır. İşte fitoplanktonlar karadaki bitkilerin yaptığı bu işlemi klorofil pigmentleri sayesinde okyanuslarda yapar. Bu mikro canlılar, yaptıkları fotosentez işlemleri sırasında havadaki karbondioksiti emer ve ihtiyacımız olan oksijenin % 80’den fazlasını atmosfere verir. Yaşam süreleri bir ya da iki gün ile sınırlı olan ve mikroskop yardımı olmadan göremediğimiz fitoplanktonlar dünya üzerindeki bitkilerin ürettiği oksijenden çok daha fazlasını üreterek dünyanın temel oksijen kaynağını oluştururlar.


Fitoplanktonlar Bulutların Oluşmasında Rol Oynayan “Dimetil Sülfür” Adlı Maddeyi Atmosfere Verirler

Fitoplanktonlar, iklimin ılımanlaşması ve bulutların şekillenmesinde önemli bir rol üstlenen kükürt temelli bir bileşik olan dimetil sülfürün (DMS) sentezlenmesinden de sorumludurlar. Dimetil sülfür, “Kokkolifor” adı verilen fitoplankton grubu tarafından atmosfere verilir ve denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere (sülfat) dönüşür. Su buharı, sülfat içinde yoğunlaşarak bulutları meydana getirir. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegeni olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar. Dolayısıyla bu canlılar, gezegenin ısısını dengeleyecek kadar etkili ve önemli bir özelliğe sahiptirler.

Atmosfer ısınmaya başladığında fitoplanktonların aktivitesi artar ve DMS, yani dimetil sülfür gazı üretmeye başlarlar. Bu küçük canlıların bu maddeyi nasıl ve neden ürettikleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bir görüşe göre DMS hücrenin salgıladığı bir atık maddedir. Diğer bir iddiaya göre de hücreler zarar gördüklerinde düşmanlarına karşı korunmak için toksik, yani zehirli bir asit salgılamaktadırlar. Virüs veya planktonların saldırılarına uğrayan fitoplanktonlar, işte bu nedenle büyük miktarda DMS salgılar. Bu hipotez doğrulansa da bir fitoplanktonun bu maddeyi neden bazı zamanlarda fazla miktarda bazı zamanlarda da az miktarda salgıladığı henüz anlaşılamamıştır. Bu canlının söz konusu maddeyi salgılaması, daha çok ihtiyaca yönelik olmaktadır. Fitoplanktonlar, sıcaklığa göre üretim miktarını değiştirmektedirler. Hedef, yeryüzünün soğutulması olduğundan fitoplanktonlar, DMS üretimini tropik bölgelerde daha fazla, daha soğuk bölgelerde daha az yapmaktadırlar. Ellbette bu canlıların bu maddeyi çevrenin ihtiyacına göre algılayıp salgılaması mümkün değildir.

 Fitoplanktonlar Karbon Dengesinin Korunmasından Sorumludur

Yılda yaklaşık iki milyar tonun üzerindeki karbon, okyanuslarda yaşayan fitoplanktonlar aracılığı ile emilir. Bitkilerin daha hafif olan “karbon 12” içeren gazları kullanmaları ve bu durumda “karbon 13” gazının atmosferde birikmesine rağmen okyanusların karbon gazı konusunda seçici olmaması ve deniz suyunda çözünmüş karbondioksiti fotosentezle bünyelerine alma oranının yüksek olması atmosferin temizlenmesinde önemli bir rol oynar. Karbondioksit özellikle soğuk okyanus sularında kolayca çözünürken fitoplanktonlar ve deniz bitkileri hızla çözünmüş karbonla beslenerek atmosferin temizlenmesine önemli katkı sağlarlar. Bilindiği gibi karbondioksit, toplam sera etkisinin tek başına %50 kadarından sorumludur. Atmosferdeki karbondioksit miktarının ve dolayısıyla sera gazı seviyesinin kontrolünde, fitoplanktonların büyük bir payı vardır. Yüce Allah bu canlıların sayısını çok fazla yaratarak atmosferdeki karbon dengesinin sağlanmasına vesile olur.


Fitoplanktonlar Okyanuslardaki Sudaki Organik Maddeleri Büyük Miktarda Artırırlar ve Besin Zincirinin Temelini Oluştururlar


Fitoplanktonlar sudaki organik maddelerin miktarını arttırarak suda yaşayan organizmaların besinlerini de artırırlar. Dolayısıyla alglerin bulunduğu sular son derece verimli ve diğer canlıların yaşaması için oldukça elverişlidir. Aynı zamanda suların yenilenmesi açısından da temizleyici bir rol oynarlar. Doldurucu, hatta yapıcı özelliklere sahip olanlar, kıyı ve diplerin biçimini ve niteliğini değiştirirler.

Fitoplanktonlar suda yaşayan diğer bitkilerle birlikte besin zincirinin ilk basamağını oluşturur. Pek çok balık türünün yaşaması için temel besin kaynağı olan bu canlılar, balıkların yanı sıra böcekler, su kuşları, foklar, penguenler ve balinaların da besin kaynağıdır. Özellikle Kuzey Pasifik Okyanusu ve Bering Denizi fitoplankton sayısının fazla olduğu bölgeler oldukları için diğer canlı türlerinin de sayısı artmakta ve bu bölgeleri tür açısından son derece zengin hale getirmektedirler.

Atmosferin Dengesinin Korunmasında Büyük Görevler Üstelenen Fitoplanktonları Yaratan Yüce Allah’tır

Yeryüzünün oksijen ve aynı zamanda besin kaynağı olan, bulutların oluşumuna etki ederek iklimi düzenlemede önemli görevler üstlenen fitoplanktonlar, denizdeki en küçük canlıdan kara üzerinde yaşayan en büyük hayvana, hatta insana kadar tüm varlıklara çeşitli şekillerde fayda getiren üstün bir yaratılış harikasıdır. Sadece kendi hayatını devam ettirmekle kalmaz, başka canlıların bedenlerine girip onlara da fayda sağlarlar.

 Fitoplanktonlar Endüstride Nasıl Kullanılıyorlar?

Bazı fitoplanktonlar, temel enerji olarak ışık ve CO2 kullanırlar. Kimileri ise basit organik maddelerden kompleks organik maddeler üreterek bunlarla beslenirler. Bu mikro canlıların kullandıkları ve ürettikleri enerjinin miktarını anlayabilmek için şu örneği verebiliriz. Atlantik Okyanusu’ndaki günlük enerji zincirinde, bir yaz gününde okyanus yüzeyine güneşten ulaşan enerji miktarı 2 milyar kaloridir. Bu enerjinin %99.5’i yansıtılır ve dağıtılırken sadece %0.5’lik bir oran 1.670.000 gr. besin üretmek amacıyla fitoplanktonlar tarafından kullanılır. Bu canlılar, bunun %32’sini karbondioksit olarak alır, %8’ini ise organik madde olarak eritir ve dışarı atarlar. %8’lik oran, gezegenin ihtiyacı olan organik madde miktarıdır. Söz konusu döngü ile bu organik madde diğer canlılara iletilmiş olur.

Fitoplanktonların sahip oldukları bu özellikler, onların çok yönlü olarak kullanılmasını sağlar. Çeşitli yiyeceklerin, ilaçların ve diğer endüstriyel ürünlerin kullanımında doğrudan kullanıldıkları gibi, çeşitli ürünlerin yapımında da çok önemli bir etkendirler. Bu ürünler, çeşitli yiyeceklerin, tıbbi ve kozmetik ürünlerinin yapımında da kullanılmaktadır. Allah, bu küçük canlıyı, pek çok faydaya vesile kılmıştır. Elbette bu, üstün güç sahibi Yüce Rabbimiz’in büyüklüğünün bir başka önemli delillerinden biridir.

Diatomlar Yüce Allah’ın Nimet Olarak Yarattığı Çok Özel Bir Fitoplankton Türüdür

Atmosferin korunması ve ekolojik açıdan önemli görevler üstlenen fitoplanktonları oluşturan tek hücreli suyosunlarına örnek olarak, yüzeyleri geometrik biçimlerle bezeli olan silisli kapsülleri sayesinde kolaylıkla tanınan, diatomlar gösterilebilir. Binlerce yıl önce denizlerde ölen diatomlar petrol yataklarının kaynağını oluşturmaktadır. Diatomlar ayrıca pek çok balık ve balina gibi suda yaşayan canlılar için önemli bir besin kaynağı oluşturmaktadır. Aynı zamanda balık yağında bulunan D vitaminini de sağlamakla sorumludurlar. Allah bu küçük canlıyı balığa rızık olarak yaratmış, ardından onu balığa ve balığı besin olarak kullanan insana yararlı hale getirmiştir. Bilindiği gibi, balık yağı insanın gelişimi için oldukça değerli bir besindir.

Bunların yanı sıra diatomlar endüstriyel olarak da kullanılmakta ve çeşitli maddelerin filtre edilmesini ve yalıtılmasını sağlamaktadırlar. Bu canlılar özellikle silis, nitrat ve fosfatın canlılar için kullanılabilir hale gelmesinde de son derece etkilidirler. Hatta belirli şartlar altında kirli su kaynaklarının saf hale getirilmesini de sağlayabilmektedirler. Bu işlemlerin pek çoğu günümüzün laboratuvar şartlarında bile gerçekleştirilemezken, bir hücre zarı ve kloroplasttan ibaret olan tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması elbette onun kendi becerisi değildir. Onun, dışarıdaki karbondioksitten, ürettiği oksijenden, karbonun canlılar için öneminden, balık yağındaki D vitamininden haberi bile yoktur. O, sadece üstün özellikleriyle kendisine yüklenmiş görevleri yerine getirir. İşte bu nedenle ilhamla hareket eder. Ona bu ilhamı veren, onu yaratan, onu canlılığın varlığı için gerekli kılan üstün güç, yeri göğü ve bunların içinde bulunan her şeyi “Ol” emri ile yaratan Allah’tır.

 http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=263:dunyadaki-atmosferi-koruyucu-mikro-canlilar-fitoplanktonlar&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Dna Molekülünün Kökeni

Evrim teorisi moleküler düzeyde de önemli bir açmazdadır. Amino asitlerin kökeni evrim teorisi tarafından hiçbir şekilde açıklanamamıştır. Proteinlerin kökeni ise, evrim açısından çok daha büyük bir sorundur.
 
Ancak, sorun yalnızca amino asit ve proteinlerle de sınırlı değildir; bunlar sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak, canlı hücresinin olağanüstü kompleks yapısı evrim açısından büyük bir problem oluşturur. Çünkü hücre, amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değil, insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı en kompleks sistemlerden biridir.

Canlılığın kökenini rastlantılarla açıklama çabasındaki evrim teorisi, hücredeki en temel moleküllerin varlığına bile tutarlı bir açıklama getirememişken, genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, teori için yepyeni problemler doğurdu. 1953 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları, DNA'nın hayranlık verecek derecedeki kompleks yapısını ve yaratılışını gün ışığına çıkardı.

Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümünden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100 milyar sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon bağlantının, 97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planı tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur. Eğer DNA'daki bu genetik bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan çekirdeğinde saklı bulunan DNA'nın genlerinde şifrelenmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 30 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkansız olduğu görülür. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir. (Frank B. Salisbury, "Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution", American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336.)
41000'de 1, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10600'de 1 anlamına gelir. Bu sayı 10'un yanına 600 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10'un yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın gerçekten de kavranması mümkün değildir.
Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA'yı oluşturmalarının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.( Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118.)
Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır. (Francis Crick, Life Itself: It's Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88.)
Evrimci biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA'nın meydana gelmesi hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır" (Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39.)
Bu noktada çok ilginç bir paradoks daha vardır: DNA, yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bilim yazarı John Horgan bu ikilemi şöyle açıklar:
DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz. (John Horgan, "In the Beginning", Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119.)
Bu durum, canlılığın rastlantılarla oluşması senaryosunu bir kez daha çökertmektedir. Amerikalı kimyacı Prof. Homer Jacobson, bu konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez. (Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life", American Scientist, Ocak 1955, s. 121.)
Prof. Jacobson bu ifadeleri, James Watson ve Francis Crick tarafından DNA'nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için hala çözümsüz olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Alman biyokimyacı Douglas R. Hofstadter şöyle demektedir:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor. (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548.)
San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'ın ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel ise, 1994 tarihli bir makalesinde aynı gerçek karşısında şöyle demektedir:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78.)
Tüm bunların yanı sıra, değil belli bir enformasyon serisine sahip DNA, RNA gibi nükleik asitlerin rastlantılar sonucu ortaya çıkması, bunları oluşturan nükleotidlerden tek birinin dahi tesadüfler sonucu oluşması ve ilkel dünya koşullarında varlığını ve saflığını koruması kimyasal olarak mümkün değildir. Evrimci çizgide yayın yapan ünlü bilim dergisi Scientific American'da yer alan şu satırlar evrimcilerin bu konudaki itiraflarını dile getirir:
Muhtemel ilkel dünya koşullarının taklit edildiği gerçekçi deneylerde, en basit moleküller dahi yalnızca az miktarlarda üretilmiştir. Daha da kötü olan, bu moleküller genelde organik moleküllerin ikinci dereceden yapı taşlarıdır. Normal etkileri gitgide daha karmakarışık organik karışımları oluşturmak olan jeokimyasal reaksiyonlar sonucunda nasıl olup da ayrışabildikleri ve saflaşabildikleri hala bir problem olarak durmaktadır. Biraz daha kompleks moleküller için bu zorluk hızla artar. Özellikle nükleotidlerin bütünüyle jeokimyasal olan kökeni büyük güçlükler arz eder. (Cairns-Smith, Alexander G. 1985, "The First Organisms", Scientific American 252: 90, June)
Evrimcilerin yüzyılın başlarından bu yana sözünü ettikleri "kimyasal evrim" asla yaşanmamış bir masaldan başka bir şey değildir. Ama çoğu evrimci, bu ve benzeri bilim dışı masallara mutlak birer gerçek gibi inanmaktadır. Çünkü canlıların yaratılmış olduğunu kabul etmek, tüm canlılara hakim olan Yüce Allah'ın varlığını kabul etmek anlamına gelir. Onlar ise kendilerini bu gerçeği kabul etmemek için şartlandırmışlardır. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında bu ilginç durumu şöyle anlatır:
Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da 1000 ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eş değerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder! (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 351.)

 http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=369:dna-molekulunun-kokeni&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Alglerin Kökeni

Evrim teorisi, kökenini açıklayamadığı bitki hücrelerinin zaman içinde algleri, yani su yosunlarını oluşturduğunu varsayar. Alglerin kökeni çok eski devirlere kadar uzanmaktadır. Öyle ki, 3.4-3.1 milyar yaşında fosilleşmiş alg kalıntıları bulunmuştur. İlginç olan, bu olağanüstü derecede eski canlıların dahi son derece kompleks ve günümüzde yaşayan örneklerinden farksız yapılara sahip olmasıdır. Science News'da yayınlanan bir makalede şöyle denir:
3.4 milyar yıl öncesine ait mavi-yeşil alg ve bakteri fosillerinin her ikisi de G. Afrika'daki kayalarda bulunmuştur. Daha da ilgi çekici olan, pleurocapsalean alg ile modern pleurocapsalean algin hemen hemen birbirlerine denk olduklarının ortaya çıkmasıdır. ("Ancient Alga Fossil Most Complex Yet", Science News, vol. 108 (20 Eylül 1975), s. 181)
Alman biyolog Hoimar Von Ditfurth ise, sözde "ilkel" alglerin kompleks yapısı hakkında şu yorumu yapar:
Bugüne kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların 3 milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça kompleks ve ustaca organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler. (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.199)
Evrimci biyologlar, söz konusu alglerin zaman içinde diğer deniz bitkilerini oluşturduğunu ve 450 milyon yıl kadar önce de bir şekilde "karaya taşındıklarını" kabul etmektedirler. Bir başka deyişle, hayvanların "sudan karaya geçiş" senaryosu olduğu gibi, bitkilerin de bir "sudan karaya geçiş" senaryosu vardır. Ancak bu geçiş senaryosu da hayvanlarınki gibi son derece tutarsız ve çelişkilidir. Evrimci kaynaklar çoğu kez konuyu "algler bir şekilde kendilerini karaya atıp buraya uyum sağladılar" gibi masalsı ve bilim dışı yorumlarla geçiştirmeye çalışırlar. Ancak bu dönüşümü imkansız kılacak çok sayıda etken vardır. Bunlardan en önemlilerine kısaca bir göz atalım:
1- Kuruma Tehlikesi: Suda yaşayan bir bitkinin karada yaşayabilmesi için öncelikle yüzeyinin fazla su kaybından korunması gerekmektedir. Aksi takdirde bitki kuruyacaktır. Kara bitkileri, kurumadan korunmak için özel sistemlerle donatılmıştır. Bu sistemlerde çok önemli detaylar vardır. Örneğin bu koruma öyle bir yolla yapılmalıdır ki, oksijen ve karbondioksit gibi önemli gazlar hiçbir engelle karşılaşmadan bitkinin içine girip, dışarı çıkabilmelidir, aynı zamanda buharlaşmanın sağlanması da önlenmelidir. Eğer böyle bir sistem bitkide yoksa, bitkinin bu sistemin gelişmesini bekleyecek milyonlarca yıl zamanı da yoktur. Böyle bir durumda bitki bir süre sonra kurur ve ölür.

2- Beslenme: Su bitkileri, ihtiyaçları olan suyu ve mineralleri doğrudan içinde bulundukları sudan alırlar. Dolayısıyla karaya çıkıp, yaşamaya çalışan bir su yosununun beslenme problemi ortaya çıkacaktır. Bunu halletmeden yaşamını sürdürmesi ise imkansızdır.

3- Üreme: Su yosununun karadaki kısa ömrü sırasında üremek için herhangi bir fırsatı da olamaz. Çünkü üreme hücrelerini dağıtmak için suyu kullanırlar. Karada üreyebilmeleri için kara bitkilerinde olduğu gibi çok hücreli üreme organlarına sahip olmaları gereklidir. Karadaki bitkilerin üreme hücreleri ise, kendilerini kurumaktan koruyan özel hücrelerle kaplanmışlardır. Kendini karada bulan bir su yosununun da bu üreme hücreleri kuruma tehlikesine karşı hiçbir şekilde korunamayacaklardır.

4- Oksijenin yıkıcı etkisinden korunma: Karaya geçtiği iddia edilen su yosunu, oksijeni o ana kadar suda çözünmüş olarak almıştır. Evrimcilerin iddiasına göre karaya geçtiği anda oksijeni daha önce hiç karşılaşmadığı bir biçimde, yani havadan direkt olarak almak zorunda kalır. Bilindiği gibi normal şartlar altında havadaki oksijenin organik maddeler üzerinde yıkıcı etkisi vardır. Karada yaşayan canlılar bu etkiden zarar görmemelerini sağlayacak sistemlere sahiptirler. Su yosunu ise, bir su bitkisidir, dolayısıyla oksijenin olumsuz etkilerinden korunmak için gerekli olan enzimlere sahip değildir. Bu yüzden karaya geçtiği anda oksijenin zararlı etkisinden kurtulması mümkün değildir. Böyle bir sistemin oluşmasını "beklemesi" de söz konusu değildir, çünkü bu şekilde yaşayamaz.
Alglerin sudan karaya geçişi iddiasını çelişkili hale getiren bir başka nokta da, böyle bir geçişi gerektirecek doğal bir etken olmayışıdır. 450 milyon yıl önceki alglerin doğal ortamlarını düşünelim. Denizlerin suları, onlara ideal bir ortam sunmaktadır. Örneğin sular onları aşırı sıcaklardan koruyup izole etmekte ve ihtiyaçları olan her türlü inorganik minerali sağlamaktadır. Aynı zamanda da fotosentez yoluyla güneş ışınlarını emebilmekte, suda çözünen karbondioksitten kendi karbonhidratlarını (şeker ve nişasta) yapabilmektedirler. Dolayısıyla su yosunlarının karada yaşamalarını gerektirecek, evrimci deyimle bu yönde bir "selektif avantaj" sağlayacak hiçbir durum yoktur.

Tüm bunlar, alglerin karaya çıkarak kara bitkilerini oluşturdukları şeklindeki evrimci varsayımın, tümüyle bilim dışı bir senaryo olduğunu göstermektedir.

http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=632:alglerin-kokeni&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147

Fotosentezin Kökeni

Evrim teorisini bitkilerin kökeni konusunda tümüyle çıkmaza sokan bir diğer konu, bitki hücrelerinin nasıl olup da fotosentez yapmaya başladıkları sorusudur.

Fotosentez, yeryüzündeki yaşamın en temel işlemlerinden biridir. Bitki hücreleri, içlerindeki kloroplastlar sayesinde su, karbondioksit ve güneş ışığını kullanarak nişasta üretirler. Hayvanlar ise kendi besinlerini üretemez ve bitkilerden gelen nişastayı kullanırlar. İşte bu nedenle fotosentez kompleks yaşamın temel şartıdır. İşin daha da ilginç yanı ise, son derece kompleks bir işlem olan fotosentezin henüz tam olarak çözülememiş oluşudur. Modern teknoloji, fotosentezi taklit etmek bir yana, detaylarını çözmeyi bile henüz başaramamıştır.

Peki bu denli kompleks bir işlem olan fotosentez, evrim teorisine göre, yani doğal süreçlerin bir ürünü doğmuş olabilir mi?

Bitki hücresi, günümüzde hiçbir laboratuvarda gerçekleştirilemeyen bir işlemi yani "fotosentez" işlemini gerçekleştirir. Bitki hücresinde bulunan "kloroplast" isimli bir organel sayesinde bitkiler su, karbondioksit ve güneş ışığını kullanarak nişasta üretirler. Bu besin maddesi, yeryüzündeki besin zincirinin ilk halkasıdır ve yeryüzündeki tüm canlıların besin kaynağıdır. Bu çok karmaşık işlemin ayrıntıları günümüzde hala tam olarak çözülememiştir.

Evrimci varsayımlara göre, bitki hücreleri fotosentez yapabilmek için, fotosentez yapabilen bakterileri yutup kloroplasta çevirmişlerdir. Peki bakteriler fotosentez gibi karmaşık bir işlemi yapmayı nereden öğrenmişlerdir? Hatta daha da önce, neden böyle bir işlem yapmaya başlamışlardır? Evrimci senaryonun diğer sorulara olduğu gibi bu soruya da verebileceği hiçbir bilimsel cevabı yoktur. Bir evrimci kaynakta yer alan yorumlar, bu konunun ne denli yüzeysel ve "masalsı" bir bakış açısıyla değerlendirildiğini göstermektedir:
İlkel okyanuslarda oldukça fazla sayıda bakteri ve besin değeri taşıyan moleküller vardı. Zamanla okyanuslardaki bakterilerin besinleri azaldı ve bakteriler besin bulamamaya başladılar. Ve birden bakteriler kendi besinlerini kendileri üretmeye başladılar. Bu arada yeryüzüne gelen ultraviyole ve görünür ışık arasından bakteriler ultraviyolenin zararlı, görünür ışığınsa yararlı olduğunu bildiler. Besin elde etmek için zararlı olan ultraviyole ışığı değil de, görünür ışığı kullanmaları gerektiğini keşfettiler.284

Yine başka bir evrimci kaynak olan Life on Earth adlı kitapta, fotosentezin kökeni şöyle anlatılır:

Bakteriler önce okyanuslarda beslenirlerdi. Sayıları artıkça besin kıtlığı çekmeye başladılar. Farklı bir besin kaynağı bulabilenler başarılı olacak ve yaşamaya devam edebileceklerdi. Çevrelerinde besin bulmaktansa kendi besinlerini kendileri üreteceklerdi.285

Kısacası evrimci kaynaklar, insanın bile tüm teknoloji ve bilgisine rağmen henüz başaramadığı fotosentez gibi bir işlemin bakteriler tarafından bir şekilde tesadüfen "keşfedildiğini" söylemektedir. Gerçek bir masaldan hiç farkı olmayan anlatımların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Konuyu biraz daha detaylı olarak inceleyenler ise, fotosentezin evrim adına büyük bir çıkmaz olduğunu kabul etmek durumunda kalır. Örneğin Prof. Ali Demirsoy bu konuda şu "itiraf"ta bulunur:

Fotosentez oldukça karmaşık bir olaydır ve bir hücrenin içerisindeki organelde ortaya çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü tüm kademelerin birden oluşması olanaksız, tek tek ortaya çıkması da anlamsızdır.286

Alman biyolog Hoimar Von Ditfurth ise, fotosentezin, bu yeteneğe sahip olmayan bir hücre tarafından sonradan "öğrenilemeyecek" bir işlem olduğunu belirtir:


Hiçbir hücre, biyolojik bir işlevi sözcüğün gerçek anlamında "öğrenme" olanağına sahip değildir. Bir hücrenin solunum ya da fotosentez yapma gibi bir işlevi doğuşu sırasında yerine getirebilecek konumda olmayıp, daha sonraki yaşam süreci içinde bunun üstesinden gelebilecek duruma gelmesi, bu işlevi sağlayacak beceriyi edinmesi olanaksızdır.287

Fotosentez rastlantılar sonucu gelişemeyeceğine bir hücre tarafından sonradan öğrenilemeyeceğine göre, yeryüzünde yaşayan ilk bitki hücrelerinin fotosentez yapmak için özel olarak tasarlanmış oldukları ortaya çıkmaktadır. Yani bitkiler, fotosentez yeteneğiyle birlikte yaratılmıştır.

284 Milani, Bradshaw, Biological Science, A Molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s.158
285 David Attenborough, Life on Earth, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1981, s.20
286 Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, 1984, s.8
287 Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 2, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.60-61

 http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=685:fotosentezin-kokeni&catid=45:canlln-koekeni&Itemid=147